03:38, 01 Kasım 2024 Cuma



Ana Sayfa > Enformasyonizm > Enformativite |

Bilgiyi İşlemenin Tarihi

İkisinde de eskiyle bir irtibatı ve yeni olan bir tarafı vardır. Ama birinin yeniliği ikmal diğerininki vaz. Ve hem de birinin eskiliği tahriften temizleme diğerinin eskiliği eskiyi kutsama.

Bilgiyi İşlemenin Tarihi
Okuma Şerefeli Kitap Zarfı, Tahsin Yılmaz, Mart 2019

İnsanın ilk mesleği bilgiyi işlemektir. Tabii ki, bugünkü ve bundan bir önceki diye ikiye ayırdığımız iki fasıldan ibaret olan bilgi işleme anlamında söylemiyoruz. Bu iki fasla ayırdığımız bilgiişlem sürecinin başlangıcı olan noktayı söylüyoruz ilk meslek olarak. Bugünkü bilgi işleme ameliyesi de bir önceki safhanın bilgi işleme ameliyesi de başlangıç noktasından farklıdır. Böylece insan oğlunun bilgiyi işlemede birbirinden esasta farklar arzeden üç ayrı devreyi yaşadığını söylemiş oluyoruz. Başlangıç noktasındaki bilgiişlem ameliyesi, öğretilmiş olan ve (en yalın/mutlak anlamda) öğrenmenin de öğretildiği bir noktadır. Öğretim eğer bir cevher olsaydı veya öğretimi bir cevher saysak, sözünü ettiğimiz birinci safha bilgiişlem cisminin cevheri olmaya denk tutulabilirdi. Hem ilk insanın ve hem de dünyaya gelen her insanın bu ilk, cisme büründüğü (cisme bürünme yoluna girdiği) andaki ilk mesleği, bilgiyi işlemek olacaktır.

Şimdi eğer bir dikkati işaret etmez isem, bu kitapta bilginin kaynaklarına ve bilginin “neden”leriyle bilgi literatisine bir zeyl kaleme alacağım sanılabilir. Kitabın konusu bunlar değil. Benim bu kitapta aktarmak istediklerim o dur ki, hiçbir şekilde bilgi hakkında “kazanılmıştır yahut kazandırılmıştır” iddialarında dile getirilen önerme ve itirazlara takılmadan “öğretilmiş/kazandırılmış olan bilgi, insana ait değilken öğreten ve kazandıran şeye/varlığa aittir de fakat insan öğrenmiş ve kazanmış ise o bilgi insanındır” kanaatine bağlı kalıp insanın o bilgiyle ne yapıp ettiğine teksif olmak icap eder.

Yani, insanın yapıp etmeleri duyu-deney kaynaklıdır diyen de insanın yapıp etmeleri hatırlama-merkezlidir diyen de bilmek etkisi ve bilgi cevherini kabul ediyordur. Dolayısıyla bir postula çekişmesine girmekten fayda ummak boşadır. Yapılması gereken her iki inanın kendinden mesul olduğunu ve herkesin inancının kendine ait olduğuna teslim olmaktır. Keza biri ezelden beri gelenin fizyolojik yerleşme imkânını bulduğunu, diğeri ise “yıldızlar ve ağaçlar secde ederler” sözünü dile getirmektedir. Secdede itaat ve itaatte de tercih var iken tercihin olduğu yerde ise irade ve iradenin de akılla/bilmekle/bilgiyle mümkünü görülebildiğine göre yıldızlar ve ağaçlar secde ederler öğretisinin sahibinin öğretmesi bilginin kaynağıdır der. Bence kimin doğru söylediğini önemsememek aklı askıya almak demektir. Elbette kimin doğru söylediğini kabul ettiğim açıktır. Ancak bu kitabın konusu demin de ifade ettiğim gibi, iki görüş için de bilmek etkisine ve bilgi cevherine itiraz edilmeyen bir zemine dayanmaktadır: Bilgi işlenir.

Bu işi ilk insan yaptığı gibi dünyaya gelen her insanın yaptığı ilk iş de budur. Bu neden böyledir? Çünkü zorunludur. Şöyle zorunludur, ister öğretilmiş ister öğrenilmiş ister zaten vardı diyelim bizzat bir cisimle kaim veya bir cisimdeki değişmeyle/hareketle mufarık veyahut sadece tasavvurda yerleşik olsun duyarak, aklederek, sezerek ve haber alarak genişleyen hafızamız, hep, sebeplerle karşılaştığımızda ve o sebepler arasındaki ilişkiler içindeyken faaldir. Durduğunu hiçbir canlıda görmek mümkün değildir, zira durduysa o canlı/hareketli/değişen/devinen değildir. Hep aynı, yeknesak, rutin bir devinim içinde oluş dahi durmuşluk diye ileri sürülemez de. Çünkü, farklı-serkeş yahut oluş ya da bozuluş yönünde bir değişme halinde olanda neyin etkisi var ise durmuş gibi görünen monotonda da aynı etki vardır. Yani bir devindiren olmasa idi o mihanikî yahut sakin süre-gelen hal gözlenemezdi. Artık bir devindireni yok iken veya devindirenin etkisinden hâli iken ya da devindirenin bıraktığı durumda yok oluş gelecekti. Muhaveresine girmeyeceğim dediğim alana dair bu kadar söz yeter. Bilginin işlenmesi hakkında yukarıda sözünü ettiğim, iki faslın da öncesi olan başlangıç noktasındaki bilgiişlem konusuna şöylece geçelim.

Şimdi kendisinden sonra aynı isim altında anmakla beraber iki fasılla birlikte üçe böldüğümüz bilgiişlem tarihi, bilgiişlemin özünün yaşandığı dönemde “eşyanın isimleri”nden ibaretti. Bu özü muhafaza etmekle birlikte ciddî bir müktesebattan bahsedebilecek olduğumuzdan dolayı (öz olanı cevhere özden çıkanı cisme benzetirsek) bilgiyi işleyen insanlık serencamı, özün kabuğu mesabesinde olgunlaşmış ve “usûl” alt başlığıyla kendini bir kere daha göstermiştir. Bu safhadan sonra izlediğimiz serencam bizi bugünün önce meslek sonra (daha çok bilgiişlemin özünün çarpıtılmışlığıyla) düzen kurucuların elinde etkili bir alet haline gelmiştir.

Anlaşıldığı üzere, bilgiişlemin tarihinde ister oluş ister bozuluş deyiniz, insanoğlunun bilgi işleme meşguliyetinin gözleyebildiğimiz süreçlerinde:

Eşyanın İsimleri

Eşyanın isimleri diye andığımız bilgiişlemin başlangıcında tanıma, tanımlama, anlama, anlamlandırma, şeyler deryasında her bir şeyin diğeriyle olan ilişkilerini algılama, ilişkilerin şiddetini/hararetini keşif, sebepler ve sebeplilik tesbitinde bulunma, nicelikler ve nitelikler bilgisine vukuf, gayeyi öğrenme, hakikatin neliğine nazar, hareket ve sükûn gücünü arama, canlılık ve yetkinliğe cevap, cisimleri tarif, oluşu ve bozuluşu algılama, şekli ve şekilsizliği / boşluğu ve doluluğu inceleme, öz ve özü öz yapanları sayma, seçme, benzerlik ve benzemelikleri tartma, nisbeti işletme, zamanı ve mekânı ve hayali idrak, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğrenme/öğretme gayreti baskındır. Hatta bunlardan başka olanın çengeline takılmamaya dikkat hakimdir.

Şehvet, zulüm, bilmeme, bilmeyi istememe, adalet, riayet, rekabet kavramlarının işaret ettiği şeyler ve bu şeyler arasındaki hasımlık her ne zaman, olay ve sonuç dairesinde biliniyor olsa da bunlar anlama, tercih, tesbit, tasavvur ve tasdiklerde ortaya çıkan farklılıkların kurumlaşmasından kaynaklanan nahoş tablolardır. Durumun böyle olması işbu başlangıç döneminin bilgiyi işleme anlayışının saflığına halel getirmez. Ancak beğeni uyandırmayan olaylar tarafımızdan kabul görmüş zannedilmesin. Zira burada her hangi konuda olursa olsun yahut kapsayıcı veya kapsanan boyutta olsun insanoğlunun bu dönemde, derdi, özleri görmekten ibarettir ve eşya ile isimler çerçevesinde bilgiişleme müktesebatı bırakmışlardır bizlere. Mahut yada meş’ur, hangi şöhretleriyle bize ulaşmış olurlarsa olsunlar eşyanın isimleri ile meşgul olunan insanlık devresinde her beşerin birbirlerinden ayrılan kavimler/cemaatler, falancacılar, filancacılar özü birbirlerininkinden başka ne şekilde tarif etseler de onların özden ya da öz bildiklerinden ayrı olmayı reddettiklerini söyleyebiliriz.

Kimisi Maat Yasası’nı kimisi Gelenek’i kimisi Denge’yi kimisi Yaratılmışlık’ı kimisi Ezelîlik’i kimisi Tabiat’ı kimisi Çokluk’u kimisi Birlik’i kimisi Hiçlik’i öz bilmişler, öze eklemişler, vs. Çok azı da Allah’ı bilmişler…

Bu söylediklerime delil isteyeceksiniz. Hatırınız kalmasın. Yoksa sözümün delile hiç ihtiyacı yok da belki delil isteyecek olanların aslında başka şeylere meselâ gerçekten okumaya ihtiyaçları vardır: Bugün bilim, sanat, meslek, metot, vs. ileri sürülen her iddianın form olan cihetlerini araladığınızda tozlanmamış ve tertemiz bir halde o (bilgiişlemin başlangıç dönemindeki) insanların eserleriyle karşılaşırız. Pisagor’u, Forfiryus’u, Süleyman’ı, Nuh’u, Aristo’yu, Eflatun’u, Öklid’i, Farabî’yi, Ptoleme’i, Meymun’u, Tao’yu, Sinh’i, Adem’i, Kindî’yi, Numan’ı, Ali’yi, İsa’yı, Muhammed’i, ve ismi sayılası değil bir çok insanı görürüz. Bu insanların yaşadığımız bu çağdaki anlamıyla bilim, felsefe, teoloji icadettikleri sanılıyor. Bütün bunlar hakkında bildiklerimiz onların keşfettikleri/vazettikleri tabiat kanunlarından, mantık ve matematik gerçeklemelerinden, siyaset kurgulamalarından, ideoloji iddia ettiklerinden ibarettir. Oysa bu kişiler aslında tasdik ettikleri öz ile ilişkili olduğunu gördükleri şeyleri söylemişlerdir. Ama bize, o öz ile olan meşguliyetleri değil çoğunluk teferruatta kalan mahsulleri intikal et(tiril)miş. Hem de birbirleriyle tamamen çelişen meselâ atalar dinine itiraz edenle (Muhammed (s)) atalar dinini koruyan (Konfiçyüs) aynı derekeye indirgenmiştir. Neden? Çünkü ilgili oldukları öz değil de o öz ile ilişkili olmakla keşfedilen suretler öne çıkarılmıştır. Peki özellikle son iki isimle örneklendirdiğimiz çelişmeye düşüş hangi makasta yolu şaşırmamızla vuku bulmuştur?: İkisinde de eskiyle bir irtibatı ve yeni olan bir tarafı vardır. Ama birinin yeniliği ikmal diğerininki vaz. Ve hem de birinin eskiliği tahriften temizleme diğerinin eskiliği eskiyi kutsama.

Usûl

Şimdi usûl diye andığımız fasılda hangi ruh hakimdir, ona bakalım. Aslında bu devrenin maruf erleri bizatihi, başlangıç devresindekilerde olduğu gibi bir usûl tedvini çabasında olmuş değillerdir. Ya da şu tarif uygun olabilir: Belli bir usûle hatta kendilerinden önce bir isme atfedemeyeceğimiz yani kendi telifleridir diyebileceğimiz bir kritiğe riayet etmişlerdir. Dolayısıyla kendilerinden sonraki vefalı takipçiler seleflerinin eserlerinde mündemiç usûlü tahriç etmişlerdir. Yani tedvin. İşte bu, başlangıç devresinden de ikinci devreden de sayamayacağımız bir neslin başlattığı çabanın sonucudur. İşte tedvinin hemen öncesi, tedvin ve bu usûl divanlarına bağlı icracılar ikinci faslımızı ifade etmemizin müsebbipleridirler. Neye niyetle tedvin dairesinde kalmışlardır? Öğrendiklerinin başka öğrenmelerde kullanılabilip kullanılamayacağıyla ilgilenmişler, sonraki nesillere miras olsun dikkatini muhafaza etmişlerdir. Öze yönelmenin doğurduğu tecrübeyi özden uzaklaşmak tehlikesinden korumaya ve bu korunmanın imkânlarına teksif olmuşlar. Tabii monografileri müracaat edilebilecek surete tahvil etmişler. Zatının, mekânının, zamanının sınırlarında kalanı diğer zat, mekân ve zamanla konuşturmuşlar, alış-verişi gerçekleştirmişler, alış-verişin müstakil kalmaması (yani zatı, mekânı ve zamanına hapsolmaması) için de usûlünü tesbit etmişlerdir.

Bu safhanın doğumuna varan yolculuğu, başlangıç devresinin sonlarına ilişkin birkaç şey söyleyerek sarih kılmaya çalışırsak şöyle söyleyebiliriz:

Bir olay, bir bütün olarak incelenebiliyor ve her an incelenebilir kılınabiliyorsa işte o zaman o olay hakkında bilgilenmenin pratik önemi artacaktır. Bu yargı aynı zamanda bilgiyi işlemenin pratik öneminin artacağını da işaret eder. Başkaca, bu söze ekleyebiliriz ki, başlangıç devresinin insanlarının çıkardığı sonuçlarının, önlerine aldıkları verilere uygun olup olmadığı ile ilgilenilmesi gerektiği göz ardı edilebilinemez. Gerçi bu, usûlün, daha doğrusu teknik anlamda bilgiişlemin sorunu değildir. Olsa olsa, bir yönteme muhtaç olduğunu sezinleyen ve deneyeceği yöntemin işe yarar olup olmadığına dikkat kesilenin sorunudur. Demek ki bir yönteme muhtaç olunduğunu gören, hemen beraberinde ise kullanılabilir yöntemleri vaz’a ve vaz’ı vâki yöntemlerin sıhhatini sorgulamaya girişen büyük bir sorun denizine dalmış olmaktadır. Elde bulunan kaynakların içinden tutarlılık bakımından kuşku götürmeyenlere dayanmak güvencesi elde edilmelidir de. Verilerin birleştirilmesiyle de yetinilemez. Bu zaten başlangıç devresi uğraşısından sayılır. Bazı kritikler ancak kritik marifetinde kaldığı sürece, tam bir tasavvur oluşturmaya yardım ediyor belki ama yeterli değil. Hem öyle olmalı ki, yöntem, “birçok disipline [eğer mümkünse ve ne âlâ] uygulanabilir özelliğe sahip bir yöntem midir” sorusunun cevabını rahatlıkla verebilsin/barındırsın. Olayların olaylarla, biricikliklerin biricikliklerle, olaylarla biriciklikler arasındaki bağlantıyı tesbit etmek lüzumu ortada iken mezkûr sorunun cevabında hiçbir şüphe kırıntısı barınamamalı. Olayların iç gelişme mantığı hesabıyla sınırlı kalmak ve bu surette yapılan genellemeler (ki bunlar ekseriya ampiriktir) gözlenebilen kadar gerçek midir? Miras kalmış bilgi ve hatta malzemelerin en uygun sayılabilir bir sistem içinde değerlendirilip bir konsept doğurması arayışı bir yerde felsefî genelleme öncesi yaşanan sancı/sanrı (belki de bilinçlenme) kuluçkası diyebileceğimiz bütün bir başlangıç devresi başka yerde. Peki vukuf!? Bütün (miras kalan) bilgileri masaya yatırmakla mı yani adına ister genelleme ister hipotez ister postulat diyelim bütün bunlarla uzak yakın ayırmadan her bilgiyi kendimize konu/vesile ederek mi yoksa “en reddedilemez olanı bulan elekten” geçenleri konu/vesile ederek mi sağlanır?

Araştırmayı çok kolaylaştıracak olan tanımlamaları yapmakta çekilen güçlükleri usûl bilgisi ile aşmak zorunluluğu görünüyor değil mi? Hem toplanmış olan bilgiler, gözlenen olaylar ve biriciklikler bir disiplin dairesinde değerlendirilmezse; bütün insanlık müktesebatı anlamsız bir koleksiyonculuğa dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktayken “boş vermişlik nasıl mazur görülebilir”? Üstelik bilgi birikimi ile birlikte “kavram” sayıları da artmıyor mu, sistem yoksa terimler çok anlamlılık boşluğuna düşmek tehlikesi ile karşı karşıya değil mi? Delillerin çokluğu karşısında bilgi denizinde boğulmanın önü, konuyla ilgili olanları çekmekle alınabilir ya da alınabilir miydi acaba? Bilgimizin derecesi (ister isabet ister yeterlilik ister vs.) hakkında net bir belirleme yapmanın gereği zaten reddetmediğimiz bir miras iken… Bir şeyler yapılmalıydı işte. Basit ve çok kolay gibi görünenleri atmak mı/tutmak mı? Onların müstakilen içerdiklerinin bütünü ele alındığında muammaya düşmek riski de var. Nasıl olacak bu iş? Yepyeni bir şeyle karşılaşmanın doğurduğu korku, ama onu görmezden gelememenin açmazı bu. Bir de başka büyük bir güçlük sebebi; bütün bu sorunlara ve bu sorunlarla uğraşmaya yarayan yöntemi bulmaya ilaveten yöntemin kabule arzı anında karşılaşılacak direnme. Yani eski yazarlar söylemiştir ki alışkanlığından kurtulmanın zorluğunu ve bu alışkanlık refleksiyle maruz kalınacak hasımlıkları tetikleyen gerçek olan nedir ki tarzına doğru sürüklenmenin gayet tabiiliği.

Geçmişten gelenin içindeki yalancı ve muharref olandan nasıl korunulacağı belirlenecek aynı zamanda. Miras bırakılacak olanın da bu tehlikeden korunması sağlanacak.

Alet-Meslek

Alet-meslek derken ya alettir ya meslektir demiyor, bizatihi ne alet ve meslekten ayrı ne meslek ve aletten ayrı olmadığı için alet-meslek diyoruz. Yani alet gibi kullanılan bir meslek yahut meslekte usûl dairesinde sayılamayacak kadar aletliği tebarüz etmiş olanı kastediyoruz. Dolayısıyla usûle ilişkin söylediklerimizin son paragrafındaki dikkatin ister-istemez vardığı sonuçtur bu safha. Öyle ki, üzerinde çalışılan olgunun bildiklerimizle amel ederek bilmediklerimizi öğrenmek yolunda ilerlerken, müstakilliğine bir başka müstakilin fert olarak karışmadığını gördüğümüz şeye (varlığa ya da olaya) başka aslî unsurun deyip deymediğini doğru görmek imkânı veren tesbitlerimizin kusurlarını/eksiklerini hep kontrol edebilmeliyiz. Bunu sağlayan prensiplerin başka varlık ya da olayda da işletilmesi hep mümkün olmalı. Bu prensipler soruları, cetvelleri, kuralları, istisnaları ortaya çıkmış inceleme alanları dairesinde kalan yahut başka inceleme alanlarında da rehber olan prensiplerdir. Meselâ zıtlık durumu, parçalık-bütünlük durumu, cisim-suret durumu, boşluk durumu, bölünür-bölünmez oluşu, ölçülür-ölçülmez oluşu, değişme-yönü, fayda için olduğu, temsil için olduğu, etkin-edilgin durumu, vs. gibi.

Bir örnek silsile sunalım: Eşyanın isimlerinden usûle oradan alet-meslek faslına serencam olsun.

.. eşyanın isimleri için. › varlığın prensibi üçtür: Madde, form, formsuz.

.. usûl için. › varlık ve yokluk iki zıttır. Bunların hiçbir zıtla ilgisi olmayan bir mesnede ihtiyaçları vardır. Yani bu zıtların yerleşebileceği şeyin bulunması gerek. O şey var olandır. Var olan maddeyledir ve madde formda gerçekleşir. Formsuzluk ise yokluktur, formdan yoksunluktur. İki zıt bir arada bulunamayacağına göre bu üç prensibi ikiye indirgemek mümkündür. Bu durumda…

.. alet için. › varlığın bir maddesi bir de formu vardır.

Yukarıdaki örnekte ileri sürülenlerin doğruluğu ya da yanlışlığı zihninize takılmasın. Zaten epey bir zaman zarfında doğru kabul edilmiş ve daha sonra yanlışlanmış olduğu tarihle mukayyettir. Benzeri örnek silsileler ve o silsilelerin değişmelerine dair çok söz sarfedebiliriz. Bir girdaba girmekten korunarak bilgiişlem sürecinin neliğine bakmak dikkatimizi koruyalım ve devam edelim.

Bir başka örnek silsile… Ama bu örnekteki başlıklar sıralamada yer değiştirebilir ve hatta her birinin kendi içinde benzer bir silsileyi barındırdığı da variddir. Ya da yukarıdakinin ikmali derekesinden sayabiliriz de.

.. ne? › cins, tür, ayrım, özellik, ilinek (öz, nicelik, nitelik, görecelik, zaman, mekân, durum, iyelik, etkinlik, edilginlik)

.. neyde, neyden, neden? › madde, şekil, etki, amaç

.. neyle, nasıl? › istisnalar, öncüller (basit, bileşik, şartlı; bileşikte figür, kalıp), diyalektik, retorik, poetik, demoga, kesinlik (aksiyomlar, gözlemler, deneyimler, sezgiler, haberler, tasavvurlar).

Bütün bunlar ne içindir? Pek cesaretle söyleyemesek de gerçek olanla müşahede edilenin tetabukunu tesbit, kayıt için. Oradan neyi gerektiği neyi gerektirdiği içindir. Kısaca anlamlandırmanın hayata nasıl katıldığı ve oradan yeni hayat bulmuş olanı tarife onun mevcuda nasıl katılacağını bilmeye, hayat bulması muhtemel olana hazır olmaya… Peki hayatta yani gerçekte tatbik, isimlendirebilirsek eğer hangi alanda mümkün olmuştur? Öğrenmede ve lisanda. Görece olan alanda tatbik ise bir gerçekleme disiplinidir diyebileceğimiz matematik olsa gerektir. Varlıklar alanındaki gerçekleme ise fizik ve tıp isminde. Bunlar hem alet hem meslek olanın birbirinden ayırımın pek kolay olmadığı alan isimleri. Ayırımın biraz daha kolay olduğu alan ismi ise öğretme olacak zahir. Onun peşinden hukuk ve siyaset.

Tatbikinin önümüze bir mesele olarak geldiğini neredeyse hiç ayırt edemeyeceğimiz kadar yani balığın su içinde kuşun da rüzgâr içinde mesafe aldığını farkedemeyeceği kadar bedenimizden-halimizden bildiğimiz şeyleri hangi alandan sayacağız? Yemek, giyinmek, korunmak gibi. Buna eskiler tedbirât demişler. Şimdilerde iktisat veya ekonomi diyoruz. Daha geniş düşünülmüş bir tedbirler alemi olarak ekonomi ismi daha bir yakışıyor. Ama lügat anlamından başka şekillere büründürülmüş (şimdilere has) haliyle algılansa/yaşansa da.

Hayatla örtüşmesinin yaygınlığı yahut hayatı örtmekteki genişliği ölçüsüne göre bir zihin ameliyesinin ne zaman ilim ne zaman sanat ne zaman zanaat ne zaman meslek ne zaman alet diye isimlendirileceği keskin hatlarla belirlenmiş değil. Bu belki gerekli de değil …

Bütün bu zihin ameliyelerinin bukağısı mesabesinde aklı olmak derecesinde kuşatıcı bir dikkatin varlığı kendini hissettiriyor. Neyden mi bahsediyorum? Şundan, yani insan bütün bu anlattıklarımızı bilse de bilmese de devrini devam ettirecek olan anlattığımız daha doğrusu geçmişini aktardığımız (bilgiişlem tecrübesine konu olan) olgularla hangi esasa binaen uğraşmak durumundadır? Demin “bütün bunlar ne içindir?” diye sormuştuk ve cevaplamıştık diyeceksiniz. İşte demin cevapladığımız “hangi ihtiyaca binaendir?” sorusu iken, “bu bilgiişlem tecrübesi hangi esasa bina edilmiştir?” diye soruyoruz şimdi. Gerçeklik keşfi için. Doğru bir alem tasavvuru için. Her müstakil kalmakta ısrar edeni keşfimiz sınırlarına girmeye zorlamaksızın tasavvur için…

23 Kasım 2010